Ruhunu kirli fikirlerden, hasetten ve nefretten arındırmak için
Hindistan’a gidip, orada iki buçuk ay inzivaya çekilen çılgın bir
arkadaşım var. Bu hafta nihayet yurda döndü, altı kilo zayıflamış ve
güneşten kararmış olarak. Saçlarında renkli boncuklar, kollarında dizili
bilezikler, bileklerinde gümüş halhallar, baktım her adımında
şangırdıyor züccaciye dükkânı gibi. Renklenmiş, şenlenmiş, ne güzel.
Oturduk beraber, yasemin kokulu bir tütsü yaktı. Bir de ne olduğunu
bilmediğim yabani otlar. Etrafa morlu yeşilli taşlar serpiştirdi,
enerjimizi dengelesin diyeymiş. O baharatlı sütlü çaylar içti, anlattı.
Ben dinledim, gözlerim kapalı.
Beslenme alışkanlıklarını tepeden tırnağa değiştirmiş oradayken.
“Sana benzedim” dedi. “Artık ben de et yemiyorum.” Güzel! İnanıyorum ki
kırmızı etsiz de mümkün bu hayat. Köftesiz, dönersiz, hamburgersiz de
mümkün pekala. Sigarayı da bırakmış üstelik. “Düşünmek, konuşmak,
üretmek için içime gri duman çekmeye ihtiyacım yok,” dedi. Sigarayı beş
sene evvel bırakan ama sigara fikrini hâlâ seven ben, sessizce
geçiştirdim. Az sonra mutfağa gitti, iki tepsi ayıklanmamış pirinçle
çıkageldi. “Konuşurken bir yandan da bunları ayıklayalım” dedi.
Öğrendiği meditasyonun parçasıymış meğer. “İnsan pirinç ayıklarken daha
sakin bir tabiata bürünüyor.”
Buraya kadar her şey iyi hoş da pirinç teorisine takıldım. Kırmamak
için sesimi çıkarmadım. Halbuki ben ne ev kadınları tanıyorum, bir
yandan pirinç ayıklarken bir yandan da çatır çatır dedikodu yapmaya
muktedir, ona buna laf yetiştiren. Sanmam ki taşlı pirinç meditasyonu
bize söksün. Benim aklımı asıl kurcalayan nokta başka. Arınmak için
uzaklara gitmeye, inzivaya çekilmeye, her şeyden ve hatta herkesten
kopmaya bir diyeceğim yok. Her insanın zaman zaman bu tür yolculuklara
ihtiyacı olabilir. İki sene Arizona çöllerinde yaşamış biri olarak nasıl
anlamam bu gitme-kopma-çekilme arzusunu? Ama esas zorluk inzivada
değil. Esas mesele, dönünce bıraktığın hayata uyum sağlamakta.
Öğrendiklerin ile yaşadığın toplum arasında bir denge kurmakta. Bir
şirkette çalışırken, sokakta yürürken, okulda ders görürken, vapurda
otururken, marketten alışveriş yaparken… Velhasıl esas değişim, bir yere
gitmeden yapılan değişim. Tam şu anda, şimdi ve burada. Hayatın içinde,
tam da göbeğinde kalıp da, gene de ötesine geçmek mümkün mü? Toplumdan
kopmadan “ermiş”lik mertebesine ulaşan var mı acaba?
İnsandan uzaklaşmadan insanlığı sevmek mümkün mü acaba?
Etrafına bir bak. Tanıdıklarının ve aşina olduklarının yanı sıra
bilmediğin ne çok insan var bu dünyada ve her birinde kaç dünya saklı?
Roman ki insanı hikâyeleriyle anlama ve anlatma sanatı, romancının işi
zerrede kâinatı, insandaki âlemi bulmak.
Sevdiklerin ve hoşlandıkların var muhakkak, bir de bir türlü
sevemediklerin. Bir de bilmeden anlamadan, tanımadan dinlemeden hakkında
nice sözler söylediklerin. Halbuki herkesin bir değil, binlerce hali
var. Sen onun bir yönünü bilirsin, bir başkası farklı bir yönünü. Sen
ona “iyi” dersin, o “kötü”. Ne senin resmin bütünü temsil eder, ne
diğerininki. İstisnasız herkes ne hikâyeler yaşamış, ne badireler
atlatmış. Kimi görece daha rahat yollardan geçmiş; kimi dikenli,
engebeli, taşlı çukurlu. Kiminin dizlerinde yara izleri. Kiminin sırça
yüreği kırılmış vakti zamanında, kimi kalp üstüne kalp kırmış. Şu anda
gördüğün her insan, fikri, sözleri ve görünüşü ne olursa olsun, bir
sürecin sonucu. Herkes bir yolculuktan gelmiş… Herkes yol yorgunu…
O kadar çok ihtiyacımız var ki dinlenmeye, tazelenmeye. O kadar
ihtiyacımız var ki yepyeni bir söz söylemeye. Gönlümüz ve zihnimiz
kanatlanmak istiyor ya, eski huylarımız, kırgınlıklarımız ve
kızgınlıklarımız habire ayaklarımızdan tutup dibe çekiyor bizi. İzin
vermiyor hafiflememize. Bir kenara atabilsek keşke tortulanmış
duyguları, çoktan eskimiş benlerimizi, örselenmiş hallerimizi. “Kendine
gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin. Sözün, öylesine bir söz
olmalı ki dünyanın sınırını aşmalı.” Böyle diyor Mevlânâ. Ve ekliyor bir
başka yerde. “İnsan pek büyük bir şeydir. Onda her şey yazılmıştır.
Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan
vermez.”
Bütün bir öğleden sonra arkadaşım ve ben pirinç ayıkladık karşılıklı.
Hızımızı alamadık, gidip bakkaldan en ucuz, en kurtlu pirinçleri alıp
onları da ayıkladık tepsi tepsi. Kendi içimizdeki kusurları, eksikleri,
hamlıkları ayıklamak ister gibi.“Ben bu çalışıp çabalama dünyasında iyi
huydan daha güzel bir ehliyet görmedim”, diyor Mevlânâ. “Kimde iyi huy
varsa kurtulmuştur. Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah
etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisinden gafildir, babam gafil. Onun
için birbirlerinin kusurlarını görürler. /Ben kendi yüzümü göremem de
senin yüzünü görürüm. Sen de benim yüzümü görürsün.”
Aradığın hikmet ne Çin’dedir, ne Hindistan’da bazen. Durur önünde.
Burnunun ucunda. Keşfedilmeyi bekleyen ne çok söz var bu topraklarda.
ELİF ŞAFAK
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder