TURUNCU YAPRAKLAR
“Git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve
en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş.
” SİMYACI\PAULO COELHO
Bir yere varacakmış gibi hızlı ve yorucuydu
yürüyüşü. Ufukta hiçbir şey yoktu. Sadece dans edermiş ahenkle yere düşen kar
taneleri görülüyordu. Önünde düz bir yol uzayıp gidiyordu. Yolunda ne bir çukur
ne de bir tümsek vardı. Bu anlamda kendini şanslı hissediyordu. Engellerle
uğraşmayacaktı.
Birden, önünde
koca bir duvar belirdi. "Nereden çıktı bu?" diye düşünemedi bile.
Hemen ona doğru yürüdü. Sağında ve solunda hiçbir boşluk yoktu. öylece uzayıp
gidiyordu. Çok tuhaftı. Hayatında hiç böyle bir duvar görmemişti. Hem rengi de
tuhaftı.
Çok büyüktü.
Bomboş ve geniş bir yolu nasıl kapatabilmişti? Duvarın başladığı ve bittiği bir
yer de yoktu. Ya da kendisi bilmiyordu. Yürüdüğü yola benziyordu bu bakıma. Ona
göre çok erken gelmişti bu engel. Biraz daha yol alabilseydi keşke. Aşamazdı da
bu koca duvarı. Boyu kısacıktı, hem uçamazdı da. Nasıl başarabilirdi ki bunu?
Duvarın dibine oturup sırtını duvara dayadı. Ve düşünmeye başladı. Kafasından o
kadar çok şey geçiyordu ki, ne düşündüğünü kendisi bile bilmiyordu.
Birden uyandı.
Soluksuz kalmış gibiydi. Ne işi vardı o koca yolda? Ne arıyordu? Doğru,
hayatında eksik bir şeyler vardı ama onu bu yolda aramamalıydı. Her defasında
duvar çıkıyordu önüne. Belki deniz yolunu denemeliydi. Çok yakındı denize
zaten.
Aslında sonbaharı
sevmesi imkansız gibiydi. Çünkü hayatında hiç görmemişti sonbaharı. O hep kışta
yaşıyordu. Hep kış… Ne yaz, ne ilkbahar, ne de hayatının vazgeçilmezi sonbahar…
Hepsi sadece bir hayaldi onun için. Peki, nereden bulmuştu sonbaharı? Ne
sürüklemişti onu sonbaharı aramaya.
Kendi kışında tek
başına yaşayıp gidiyordu Gülşen. Fazla uzun olmayan turuncu bir gagası, iki
turuncu ayağı, beyaz tüylü bir karnı ve de lacivert kollarıyla sırtı vardı.
Evet, Gülşen bir penguendi. Kendi güzel evinde, her zaman kış olan kutbunda,
hayatını sürdürüyordu.
Sadece küçük bir
oltası ve içi boş küçük bir bavulu vardı Gülşen’in. Hayat o kadar da sıkıcı
değildi belki onun için. Ama bir şeyler eksikti hayatında, buna emindi. Yemek
için birkaç balık daha… Hayır, günde üç balık rahatlıkla yetiyordu ona. Peki,
bir arkadaş, bir yoldaş… Hayır, bu da değildi aradığı yalnızlığı seviyordu.
Mutluluktu
aradığı. Mutluluk, biraz tebessüm… Belki de yaşadığı yerde yoktu mutluluk.
Aramalıydı onu, bulana kadar, gece gündüz aramalıydı. Yılmadan, usanmadan,
yorulmadan aramalıydı.
Kararı kesindi.
Hemen küçük çantasını aldı. Aslında ne işe yaradığını bilmiyordu. İçine bir
şeyler konuluyordu herhalde. Mutluluğu içine koyabilirdi belki, işte bu yüzden
aldı onu yanına. Oltasını, koltuğunu geride bıraktı. Bir zamanlar orada
olduğuna dair iz bırakmak istiyordu.
Denizden gelen
eşyaları bir yerde biriktirmişti, içlerinde işine yarayan bir şeyler olmalıydı.
Ve buldu da. Küçük bir tahta parçası… Kendisi ve çantası rahatlıkla sığıyordu
bu tahta parçasına. Yavaş yavaş yol almaya başladı. Yolculuğu boyunca
büyük-küçük tüm okyanus halkıyla tanıştı. Mutluluğu aradığını söyledi onlara ve
onlarda şans dilediler.
Nihayet ulaştı
karaya. Hiç hayallerindeki gibi değildi burası. Ne bir ağaç vardı ne de bir
kuş. Her şeye rağmen gitti oraya. Aslında başkaları için güzel yerdi burası.
Biraz sonra iki başka kişi geldi yanına. Kendisinden çok farklıydılar. Boyları
uzundu, üzerlerinde kıyafetler vardı. Bunlar insan olmalıydı. Birisi yanına
gelip oturdu. Diğeri hala karşısındaydı. Elinde bir şey vardı. Kocaman siyah
bir şey… Buradan bakılınca ağır görünüyordu ama insan onu rahatlıkla
kaldırıyordu. Camdan yapılmış bir deliği vardı. Biraz sonra insan onu gözüne
doğru kaldırdı ve beyaz parlak bir ışık patladı. Sonra insanlar gittiler.
Gülşen daha ne olduğunu anlamadan başka insanlar geldi. Aynı siyah alet, aynı parlak
ışık… Ve insanlar gitti.
Korkmuştu. Çantasını
eline alıp koşmaya başladı. Koştukça koşuyor, durmak bilmiyordu. Mutluluk
aramak için geldiği bu yerde sadece korku ve endişe bulmuştu. Mutluluğu
bulamama endişesi… Gökyüzü bile görünmüyordu bu yerde. Bu beton yığınları
yüreğine dar geliyordu. Doya doya güneşe bakmak, onunla konuşmak, arkadaş
olmak, onun sıcaklığında yaşamak istiyordu.
Hayalleri böyle
değildi. Yağmur yağdığında tepeden tırnağa ıslanmalıydı. Toprağın ıslak
kokusunu küçük ciğerlerine çekmeliydi. Islak yaprakların üzerinde yorulmadan
yalınayak yürümeliydi. İçi daralınca avazı çıktığı kadar bağırabilmeliydi
dağlara. Ama yapamıyordu. Bu yerde hayalleri gerçekleşmiyordu.
Olmalıydı,
buralarda bir yerlerde olmalıydı mutluluk. Koşa koşa arıyordu onu. Yürüdüğü
yerde daha garip şeyler vardı. İnsanların içine girdiği, dört yuvarlak şeyin
üzerinde duran makineler, göğe doğru uzanan beton yığınları, ağaçsız çıplak
yollar ve daha bir sürü şey… Ama bunlar umudunu kaybetmesine neden olmadı. Hala
yılmadan koşuyordu.
Turuncu küçük
tepecikler gördü. Yaklaşmak istedi onlara. İçindeki korkuyu yenmeye çalıştı.
Yavaş yavaş yaklaştı turuncu tepelere. Hayaline ulaşmıştı. Bunlar kuru
yapraklardı. İçindeki mutluluk dünyalara bedeldi. Onu hiçbir şeye değişemezdi.
Şimdi mutluluğu çantasına yerleştirecekti. Alabildiği kadar kuru yaprak koydu
çantanın içine. Sonra kalanlardan kendine küçük bir yatak yaptı. Geceyi
mutluluğun içinde geçirecekti.
O gece yıldızlar
daha bir parlak geldi gözüne. “Buldum!” diye haykırdı geceye. Uyuduğunda her
zamanki rüyasını görüyordu. Ama o koca duvar yerine turuncu yaprak yığınları
vardı. Biraz sonra toprak kokusuyla dolu bir rüzgâr esti. Yaprakların arasında
kendi kutbunu ve oltasını gördü. Ve birden uyandı. İçi yaprak dolu çantasını
alıp denize koştu. Küçük tahta parçasını buldu ve yol almaya başladı. Kutbuna
geldiğinde çantasını açıp yapraklarını dört bir yana savurdu. O anda çantasının
dipsiz olduğunu fark etti. Yapraklar bitmek bilmiyordu.
Gülşen amacına
ulaşmıştı. Adı gibi gül bahçesi olmuştu yüreği. Kendini yaprakların üzerine
atıp uyumaya başladı.
0 yorum:
Yorum Gönder